LAİKLİK, LAİK EĞİTİM VE BAŞÖRTÜSÜ SORUNU
Eğitimin kurumsal olarak gelişimine bakıldığında, başlangıçta dinsel bir nitelik taşıdığı, ağırlıklı olarak dini kurumlar içinde, din görevlileri tarafından verildiği görülür. Din kurumunun ve dini kuralların belirleyici ve baskın olduğu toplumlarda, eğitim her yönüyle dinsel bir nitelik göstermiş, dini kurumlar ve kurallar toplumsal yaşamda uzun yıllar belirleyici olmuştur.
Özellikle tek tanrılı dinlerle birlikte, din kurumları, yönetici ve üst düzey memurların yetiştirilmesinde önemli bir rol oynamıştır. Örneğin Osmanlı İmparatorluğunda mahalle ve subyan mektepleri dine dayalı eğitim veren ilkokul düzeyinde okullardır. Arapça eğitim veren medreseler ise Osmanlı’nın ulema sınıfını oluşturmuş, fetva yoluyla devlet yönetiminde belirleyici olmuşlardır.
Laiklik anlayışı, Avrupa’da Aydınlanma Çağı’ndan önce yıllarca süren din ve mezhep savaşları sonrasında ortaya çıkmıştır. Ortaçağ’da Kilise, her şeyi kendi otoritesi altında tutmuştur. Günlük işlerden bilimsel çalışmalara, ekonomiden felsefeye kadar hemen her şeyin kilisenin buyruğu altında olması ve bunu topluma yönelik bir baskı biçimde hayata geçirmesi çeşitli tepkilere neden olmuştur. Batıda laikliğin gelişim sürecine bakıldığında, kilisenin toplum üzerindeki katı denetimi ve baskısına karşı bir tepki olarak ortaya çıktığı görülür. Laik kelimesinin bir hukuk ve siyaset terimi olarak ön plana çıkması ise 1789 Fransız Devrimi’nden sonra olmuştur.
Devletlerin laikleşmesi, tarihsel ve toplumsal bir süreç olarak yaşanmıştır. Modern toplumda laiklik, bireyin yaşamının çeşitli alanlarının din tarafından yönlendirilmesinin sona ermesi anlamına gelir. Bu süreç, ekonomik, sosyal, kültürel ve politik düzenin dinsel kurumlardan bağımsızlığını, dinsel inanç açısından bilimin özgürlüğünü ve din otoritelerinden kopuşunu içerir.
İnsan aklının laiklik sayesinde dogmatizmden kurtulmasından sonra bilimlerde büyük bir gelişme yaşanmıştır. Dogmatik değerlerin belirlediği toplumların tutucu olması ve bilimsel ilerleme karşısında statükoyu savunması kaçınılmazdır. Böylesi bir yaklaşımın herkesin, dini kuralların belirlediği gibi yaşaması ve düşünmesini dayatması kaçınılmazdır.
Laisizm, bilimsel bir kavramdır ve herkes için geçerli kriterleri vardır. Ülkeden ülkeye laisizm yerleşmesi tarihsel ve sosyolojik açıdan farklılıklar gösterse de hepsinde ortak özellik, “devlet ve din alanının kesin kurallarda birbirinden ayrılması”, birbirinin alanına müdahale etmemesidir. Dinin devlete, devletin de din alanına müdahale etmemesidir. Laik bir ülkede laiklik, din ve devletin alanlarının tümüyle ayrılmasını, din ve vicdan özgürlüğünün inanan ve inanmayan herkes için eşit koşullarda geçerli olmasını ifade etmektedir.
Laik bir ülkede devlet, bütün dinler ve inançlar karşısında eşit mesafede olmak zorundadır. Türkiye gibi, dinin devlet tekelinde olduğu ve Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurum tarafından örgütlenen ülkelerde gerçek anlamda laiklikten bahsetmek mümkün değildir. Bu durum Türkiye’de, yıllardır dini kuralların toplumsal yaşamın çeşitli alanlarında belirleyici olmasını beraberinde getirmiştir.
Laik eğitim neden önemlidir?
Laiklik, din adına insanları korkutmak ve onları denetim altında tutmak için dinin egemen sistemin çıkarları doğrultusunda kullanılmasının engellenmesi açısından önemlidir. Bu yönüyle laiklik, din ve inanç istismarcılarının aksine, bütün din ve inançlara eşit mesafede ve saygılı olmayı ifade etmektedir. Laik eğitim, doğası gereği toplumda farklı inançların birbirine saygılı olmasını ve hoşgörü ortamı yaratmayı, din ve inanç farklılıkları üzerinden toplumu bölüp birbirine karşı kışkırtmayı değil, demokratik, nitelikli ve özgür düşünceyi güvence altına almayı ilke edinmiştir. Bu özelliği dolayısıyla, eğitimin tek başına laik olması yeterli olmadığı için aynı zamanda demokratik olması gerekmektedir.
Laik eğitim, önemli toplumsal işlevleri olan dinin eğitim sistemi üzerinden örgütlenmesine, Türkiye’de sıkça gördüğümüz gibi, siyasal ve ekonomik çıkar çevreleri tarafından istismar edilmesinin, kapitalist sistemde sömürünün meşrulaştırılması amacıyla kullanılmasının önüne geçilebilmesi açısından ayrıca önemlidir.
Laiklik, dinsel inançların varlığı ve özgürlüğü için en temel güvencedir. Laik olmanın temel ilkesi başkalarının inançlarına, düşüncelerine saygılı olmak, aklı ve bilimi rehber edinmek, hangi din ve inançtan olursa olsun, her insanın değerli olduğunu bilmek ve buna saygı göstermektir. Nerede gerçek anlamıyla laiklik varsa, orada gerçek anlamda din ve vicdan özgürlüğü vardır.
Eğitim sistemi dini kurallara göre biçimlendirilemez
AKP Hükümeti’nin son 11 yılda benimsemiş olduğu eğitim politikalarına bakıldığında, özellikle eğitimde 4+4+4 dayatmasıyla birlikte zorunlu din derslerine ek olarak, “zorunlu seçmeli” din derslerinin getirildiği görülmektedir. Okul dönüşümleri sürecinde en donanımlı okulların imam hatip olarak ayrılması, imam hatip ortaokulu ve liselerin tüm taleplerinin Milli Eğitim Bakanlığı tarafından karşılanması ve diğer kamu okullarının kendi kaderiyle baş başa bırakılması, Türkiye’de eğitim sisteminin nasıl bir dönüşüm içine itildiğini göstermektedir.
Toplumlarda din-eğitim ilişkisini, büyük ölçüde din-devlet ilişkisi belirler. Başka bir ifadeyle, dini konular devlet üzerinde ne kadar güçlü bir etkiye sahip ise, eğitim sistemi üzerinde de o kadar yönlendirici, yasakçı ve dayatmacı olması kaçınılmazdır. AKP hükümetinin dini kendi çıkarlarını gerçekleştirmek için bir araç olarak kullanması ve istismar etmesi, din adına çeşitli yasakları gündeme getirmesini ve uygulamasını beraberinde getirmiştir. Bu anlamda, dinin genel olarak toplumsal yaşam, özel olarak eğitim üzerindeki etkisini, var olan siyasal yapı ve iktidar ile kurulan ilişkilerden ayrı değerlendirmek mümkün değildir.
Laik eğitimde öğretim programları, bilimsel bilgiler üzerine kurulmak zorundadır. Programlarda katı ve değişmez bilgilere yer olmamalıdır. Eğitim programlarında tek ve değişmez doğru olmadığı, cansız maddenin bile bir yandan çözülüp dağılırken, diğer yandan da yeni biçimler altında örgütlenmekte olduğu anlatılmalıdır. Bu şekilde öğrenciler, eğitimde sıkça kullanılan dini söylemlerden farklı olarak, sürekli değişim gösteren gerçekliğin “tek ve değişmez açıklaması” olamayacağını daha iyi anlayabileceklerdir.
Hem öğretmenler, hem öğrenciler, kendi bildikleri doğrular dışında doğru aramazlarsa gerçeği bulmaları mümkün değildir. Bu sonuç öğretim yöntemlerine de yansımıştır. Örneğin öğretmenler, bilimsel bir konuyu işlerken, “şu kişiye göre”, “bunun bakış açısına göre”, “şu koşullar altında”, “şu dönemdeki yaklaşıma göre” vb gibi çekincelerle sergilemektedir. Böylesi bir tutum öğrenciler arasında bir çeşit tartışma geleneği de yaratmaktadır.
Laik eğitimin en önemli ayaklarından birisi “karma eğitim”dir. Karma eğitimle öğretim, kız ve erkek öğrencilerin küçük yaşlardan itibaren bir arada eğitilmeleri, toplumda kadın erkek eşitliğini yaşama geçirmeyi kolaylaştırmaktadır. Bu şekilde farklı cinslerin küçük yaşlardan itibaren birbirini tanıması, farklılıklarına saygı göstermesi öğretilebilmektedir.
Eğitimin dini kurallara göre ya da herkesin inancına uygun bir içerikte düzenlenmesi durumunda, bir sonraki hedefin karma eğitimin kaldırılması, kız ve erkek öğrencilerin önce ayrı sınıflarda, daha sonra ayrı ayrı okullarda okutulmasını gündeme getirecektir. AKP’nin ve Memur Sen’in bazı yetkililerinin dönem dönem karma eğitimi hedef alan sözleri dikkate alındığında, iktidarın sahte özgürlük söylemleri ile eğitim başta olmak üzere, toplumsal yaşamı bir bütün olarak dini kurallara göre biçimlendirmek istemesine karşı net bir duruş sergilemek gerektiği açıktır.
Okullarda din dersinin zorunlu ya da “zorunlu seçmeli” olarak okutulması, kamusal, laik, demokratik eğitim anlayışıyla, bilimsel eğitimle temelden çelişmektedir. Okullarda, üstelik devlet aracılığıyla ve zorunlu olarak, yalnızca belli bir din ve mezhep öğretilmektedir. Bu durum, Türkiye gibi çok kültürlü, çok dinli ve çok mezhepli bir toplumda, birçok sorunun ve eşitsizliklerin doğmasına yol açmaktadır. Bu noktada farklı inançlara karşı açık bir ayrımcılık ortaya çıkarken, tek bir din ve mezhep üzerinden tüm toplumun tek tipleştirilmesine seyirci kalmak mümkün değildir. Bu nedenle devletin bırakalım zorunlu din dersini, seçmeli olarak bile din eğitimi vermemesi gerekmektedir.
Okullarda din eğitimi sorunu, eğitim üzerinden “dini bilimselleştirmeye” ya da “bilimi dinselleştirmeye” çalışma girişimleri noktasında düğümlenmektedir. Oysa eğitim bilimi açısından geçerli olan tek şey, eğitime bilimin gözlüğü ile bakmaktır. Dinin gözlüğü ile dini kuralların gerektirdiği gibi eğitime ve bilime bakmak mümkün değildir. Bilim “bilim” olarak, din “din” olarak kaldığı sürece ve birbirinin alanına müdahale etmediği sürece işlevlerini doğru bir şekilde yerine getirebilecektir.
Bütün din ve inançtan insanlar, özellikle okullarda, eşit koşullarla, aynı kurallara uymak durumundadır. Eğitim kurumlarında hiç kimseye ya da gruba “dini inancının gereği” gerekçesiyle ayrımcı uygulama yapılması ya da yasakçı bir tutum içine girilmesi kabul edilemez. Bu nedenle eğitim kurumlarında herkesin dini inancının gerektirdiği gibi giyinerek okula gelmesini “özgürlük” olarak tanımlamak, özgürlük kavramının anlamını kasıtlı olarak çarpıtmak anlamına gelmektedir.
Laikliğin temelinde farklı inanç ve dinlerdeki insanlar arasında eşitliğin sağlanması vardır. Bunu yapabilmek için devlet, tüm din ve mezheplere aynı mesafede durmak, dine bakışında mutlak olarak tarafsız olmak zorundadır. Devlet eğitim hizmetlerini örgütlerken ve bu hizmetleri sunarken, bunu asla dini referanslara göre yapmamalı, hiç kimseyi belli bir inanç grubunun eğitimini almaya zorlamamalıdır. Sırf bu durumun kendisi bile “Dinde zorlama yoktur” anlayışıyla çelişmektedir.
Kamuda başörtüsünün serbest olması, “özgürlük” anlamına gelmemektedir
Yıllardır önemli istismar alanlarından birisi olan kamuda başörtüsü yasağının kaldırılması, iddia edildiğinin aksine, kamuda kılık kıyafet özgürlüğü anlamına gelmemektedir. Yıllardır önemli bir inanç istismarı olarak yaşanan bir sorun olan başörtüsü, siyasi iktidarın “kendine demokrat” tutumuyla siyaseten çözülmek istenmiş, çözülmek istenirken bile yeni yasaklar gündeme getirilmiştir. Sorun, sadece “başörtüsü serbestliğine” indirilemeyecek kadar derindir.
Kamu emekçilerinin nasıl giyineceğinin son derece ayrıntılı ve katı kuralların olduğu ve 12 Eylül’ün yasakçı mantığıyla hazırlanmış bir yönetmelikle belirlenmiş olması, hükümetin “kendine demokrat” ve “sahte özgürlükçü” kimliğini bir kez daha ortaya koymuştur.
Okulda din derslerinin yarattığı eşitsizlikler, tek din, tek mezhep dışındaki inanç gruplarına yönelik ayrımcı uygulamaların arttığı bir dönemde, bir taraftan kamuda “kılık-kıyafet özgürlüğü” söylemini kullanıp, diğer taraftan sadece başörtüsü “serbestliği”nin getirmek, üstelik bütün bunların “özgürlük” gibi yansıtılması ve savunulması, özgürlük kavramının içinin boşaltılmasından başka bir anlam taşımamaktadır.
Özgürlük, insanın insan olmaktan dolayı, doğuşla sahip olduğu bir şey değil, tarihsel gelişmenin belli bir aşamasında yürütülen mücadeleler sonucunda elde edilen, insanların esaretten, kölelikten ve her türlü sömürüden kurtulmasını ifade eden, derin ve kapsamlı bir kavramdır. Bireyler açısından genel ve soyut bir özgürlük kavramından bahsetmek mümkün olmadığı gibi, siyasi iktidarın toplumsal hayatı ve çalışma yaşamını dini kurallara göre biçimlendirme çabalarını “özgürlük” olarak ifade etmek mümkün değildir.
Sendikalar soruna nasıl yaklaşmalıdır?
Sendikalar, kamuda “başörtüsü” serbestliği üzerinden emekçilerin ayrışmasına hizmet edecek her türlü tutum ve davranıştan uzak durmalı, hiçbir şekilde başörtüsü yasağını savunur konuma düşülmemelidir. Bu aşamada ilk yapılması gereken, öncelikle laikliği mevcut biçimsel ve yasakçı haliyle savunmaktan uzak durmak olmalıdır. Şu unutulmamalıdır ki, başörtüsü sorununun bu kadar büyümesinin en önemli nedeni, uzun yıllardır bireylerin günlük yaşamını katı ve yasakçı kurallarla biçimlendirilmek istenmesidir.
Gerçek laiklik savunusu, sadece başörtüsüne indirgenemeyecek kadar derin ve kapsamlı bir konudur. Sendikalar ve kamu emekçileri, gerçek anlamda kılık-kıyafet serbestliğini, din ve inanç özgürlüğünü savunmak, pratikte de buna uygun tutumlar almak zorundadır. Aksi bir tutum, emekçileri yeniden laik-anti laik kamplaşması içine itecek ve bu durum en çok siyasi iktidarın işine yarayacaktır. Çözüm ise, dinin kişisel bir inanç meselesi olduğu gerçeğinden hareketle, devletin ya da onun yürütme organı olan hükümetin kişisel bir alanla ilgili sadece kendi siyasal çıkarları doğrultusunda birtakım düzenlemeler yaparak konuyu “inanç istismarı” noktasına getirmesine izin vermemek, bu konuda toplumda yaratılmak istenen ayrışmaların önüne geçecek tutumlar almaktır.
Okullarda kamu adına görev yapan öğretmenlerin (kadın ya da erkek fark etmeksizin), öğrencilerin kişilik gelişimi başta olmak üzere çeşitli konulardaki tutum ve davranışlarını etkileyecek; ya da onları belli bir inanç sistemi üzerinden yönlendirecek tutum, davranış ve söylemlerde bulunması, eğitim kurumlarının dini esaslara göre düzenlenmesi yönünde atılmış her adımın karşısında olmak gerektiği açıktır. Siyasi iktidarın dinin ve dinsel geleneklere dayanan değerlerinin özel yaşama, toplum ve çalışma yaşamına daha derinden nüfuz etmesini amaçlayan girişimleri karşısında durmak gerektiği açıktır. Ancak bu yapılırken, bugüne kadar sık sık karşılaşılan biçimsel bir laiklik savunusu yapmak, sendikaları kaçınılmaz olarak mevcut yasakçı uygulamaları savunmak konumuna asla düşülmemelidir.
Türkiye’de uzunca bir süredir yaratılmaya çalışılan bütün kamplaşma girişimlerine rağmen, kamuda başörtüsünün yasaklanmasının savunulacak hiçbir bir yanı yoktur. Başörtüsünün özel yaşamda serbest iken, kamusal alanda yasak olmasının pratik olarak hiçbir anlamının olmadığı açıktır. Bu noktada kadınların sırf başörtüsü kullanıyorlar diye çalışma ve yaşama alanlarının sınırlandırılması kabul edilemez. Ancak kamuda başörtüsü yasağına karşı çıkmak, başörtüsünün bir özgürlük talebi olduğu ya da kadını özgürleştirdiği gibi ifadeleri haklı çıkarmamaktadır. Başörtüsü, hangi nedenle savunulursa savunulsun, kadını özgürleştiren değil, onun esaretini artıran, ikinci sınıf konumunu pekiştiren bir araç olduğu gerçeğini açıkça tartışmayı ve eleştirmeyi de gerektirmektedir.
Başörtüsü pek çok çevrenin iddia ettiği gibi bir özgürlük simgesi olmadığı gibi, kadının toplumsal yaşamını kuşatan “dinsel-muhafazakâr” iklimi daha da güçlendiren, pek çok sorun gibi, kadınların yaşadığı diğer sorunların da üzerini örten bir işlev görmektedir. Sorunu sadece başörtüsüne indirgememek, genel olarak kılık kıyafete yasaklar getirilmesine karşı çıkmak, başörtüsünün özünde kadınların özgürlük mücadelesiyle çatışan bir tutum olduğunu, iktidar tarafından toplumu bölmenin ve önemli bir bölümünü yedeklemenin aracı haline getirildiğini, başörtüsünün teşvik edilmesi ya da özendirilmesini eleştirmekten geri durmamak gerekmektedir. Bu noktada, başörtüsünün kadını özgürleştirdiğini iddia edenlerin tutarsızlıklarını ve içine düştükleri çelişkileri eleştirmekten asla geri durulmamalıdır.
AKP ve onun yedeklediği çevrelerin yarattığı sahte özgürlük söylemlerini ters yüz eden “başörtüsü özgürlüğü” propagandası, diğer alanlardaki bütün özgürlük taleplerini ve mücadelesini de örtmektedir. Öyle ki, toplum bu sorun etrafında çok boyutlu bir tartışmanın içine itilirken, işçi ve emekçilerin acil sorunları gündeme bile gelmemekte, burjuva siyaset mekanizmasının sağ ve “sol” fraksiyonları bizzat kendileri tarafından yaratılan kamplaşma ve bölünme ortamı üzerinden kendilerini yeniden örgütlemektedir.
Burada belirtilmesi özellikle belirtilmesi gereken bir diğer önemli nokta, doğrudan doğruya kadınları ilgilendiren bir konuda, “üç çocuk” ve “kürtaj” tartışmalarında olduğu gibi, konuyu kadınlardan çok erkeklerin tartışması ve kadınlar adına karar verici bir pozisyon almaya çalışmalarıdır. Sırf bu durum bile, hemen her konuda olduğu gibi, başörtüsü konusunda da erkeklerin öne çıkması ve sorunun asıl muhatabı olan kadınların ikinci plana itilmesidir.
Sonsöz
Laik olmayan bir eğitim sisteminin ne demokratik olması, ne demokrasiye hizmet etmesi, ne de bireyin gerçek anlamda özgür olması mümkündür. Gerçek anlamda laik bir eğitimi biçimsel değil, gerçek demokrasi ve özgürlükler destekleyebilir. Değişik din, mezhep, inanç ve cinsiyetten yurttaşların okullara eşit biçimde devam etmeleri, eğitim sisteminin inanç ve görüşler arasında ayırım yapmamasıyla, kamusal, laik ve demokratik bir eğitim sistemine sahip olmasıyla doğrudan bağlantılıdır.
Bu aşamada elbette bir taraftan dinin, başta siyasi iktidar olmak üzere, egemen güçlerin çıkarlarını gerçekleştirmek için kullanmasını engellemek, diğer taraftan emekçiler içinde herhangi bir inanç ayrımı yapmadan, demokrasi ve laiklik mücadelesini yükseltmeyi ve dinle devlet işlerinin birbirinden tam ayrılığını savunma mücadelesini öne çıkarmak gerekmektedir.
Türkiye’de yıllardır yaşandığı gibi dinin siyasallaşması ve siyasal çıkarlara alet edilmesinin engellenmesi, ancak devletin dinden elini tamamen çekmesiyle mümkündür. Devlet, din işlerinden bütünüyle elini çekmeli, bütün dinler, mezhepler ve inançlar karşısında tarafsız olmalıdır. Laik eğitimin bir gereği olarak okullarda hiçbir dinin eğitimi verilmemeli, okullarda çocuklara yönelik yönlendirici ya da dışlayıcı hiçbir dini ya da siyasi yönlendirme yapılmamalıdır.
Türkiye’de din ve milliyetçiliğin sermaye tarafından işçi sınıfı ve emekçilerin sömürülmesinde en etkili araç olarak kullanılmasını önlemek, halkın şu ya da bu şekilde oluşmuş inançlarını hedef alan ifadeler ya da kaba bir din karşıtı propaganda yoluyla olabilecek bir şey değildir. Dinin kişinin “özel alanı” olarak kalması ama sermaye ve hükümetlerinin bu özel alanı nasıl kendi çıkarları için ters yüz ettiğini anlamaları, ancak emekçilerin sermayeye karşı hep birlikte, omuz omuza yürütecekleri örgütlü mücadele içinde olacaktır.
Dr. Erkan AYDOĞANOĞLU*
* Eğitim Sen Eğitim Uzmanı. (E-mail: erkanaydogan@gmail.com)